“Vatandaşlı Yargı”ya Geçiş mi?
14 bin hakim ve savcımızın önünde Türkiye’nin kaderini belirleyecek önemli bir yol ayrımı var! Bu yol ayrımında bir yön adaletse, hakkaniyetse, demokrasiyse, Yargı’nın milleti gözetmesiyse; diğer yön ‘Yargı’nın belli bir zümreye ait olması, sadece belli grupların çıkarlarını gözetmesi, yani hukuksuzluk ve zulümdür.
Binlerce yıldır tartışılan ‘demokrasi’ye dair birbirinden farklı yüzlerce tanım söz konusu. Henüz tüm filozofların üzerinde fikir birliğine vardıkları bir ‘demokrasi’ maalesef yok! Öyle ki filozoflar artık ‘demokrasi’yi değil, ‘demokrasinin uygulanış biçimleri’ni tartışır durumdalar.
Demokrasinin uygulanış biçimi ideolojiden ideolojiye, ülkeden ülkeye değişse de hemen hemen her ideoloji veya ülke, demokrasinin özünde, farklı fikirlerin yarıştığı özgür ve serbest seçimlerin varolduğunu kabul eder. Haliyle ülkelerin demokrasi tarihleri seçimler ve siyasi iktidarlar üzerinden yazılır...
Oysa Türkiye’de durum tam tersi! Kısa süre öncesine kadar Türkiye’nin demokrasi tarihi seçimleri değil, darbeleri konu alıyordu. 27 Mayıs, 3 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi ‘vesayet’ günleri siyasi tarihimizde bir mihenk taşı halini almışken, bırakın seçim günlerini, seçimlerin gerçekleştirildiği yıllar bile hafızalarımızdan silinmiştir. Bunun en büyük nedeni şüphesiz Türkiye’de var olan millete güvenmeyen ve millete ‘kendini yönetme yetkisi’ vermeyen vesayet odaklarıdır.
Sistemi koruma görevi
Önümüzdeki haftasonu gerçekleştirilecek Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Üye Seçimleri’nin de -diğer demokratik ülkelerde eşine rastlanmayacak ölçüde- Türkiye’de uzun süreden beri tartışmaların ana gündem maddesi olması bu minvaldedir.
Çünkü ‘Yargı’, en başta, hakimler ve savcıları denetlemekle görevli HSYK aracılığıyla kendini kuvvetler ayrılığının eşit bir parçası olarak değil, kuvvetler ‘aykırılığı’nı andırır bir şekilde ‘Yasama’nın ve ‘Yürütme’nin üzerinde konumlandırmaktadır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan 2000’li yıllara kadar, yargı vesayetini korumak ve devam ettirmek görevi (!) belli bir zümrece üstlenilmiş, 2006’da kurulan Yargıçlar ve Savcılar Birliği YARSAV ile 2011’de yasadışı olarak kurulan Yargıçlar Sendikası, söz konusu malum sorumluluğu kurumsallaştırmıştır. Geçtiğimiz HSYK Seçimleri öncesi, temsilcilerinin ‘Bize verimli adam değil, militan lazım!’ sözlerini edebilecek kadar hadsizleşen bu yapılar, HSYK’yı ‘yüksek yargı kulübü’ haline getirmekle suçlanmışlardı. Çünkü Kurul’un üyesi olabilmenin en önemli şartı YARSAV mensubu olmaktı!
2010’da yeni bir vesayet odağı
2010 yılında siyasi irade, siyasi çıkarlarına tamamen zıt bir şekilde, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini daraltıp, Yargı mensuplarının söz sahipliğini güçlendirerek, HSYK’nın çürümüş yapısını bertaraf edecek, hem Kurul’un üye sayısını artıracak hem de ‘birinci sınıfa ayrılan her hakimin’ hür iradeleriyle ‘sadece bir adaya’ oy verebileceği bir HSYK’yı oluşturacak modern bir seçim sistemi üzerine düzenlemeler gerçekleştirmişti. Malum odakların ‘Hayır!’ dediği bu sistem, milletimizin ferasetiyle kabul görmüş olmasına rağmen, Anayasa Mahkemesi düzenlemenin önemli unsurlarını iptal etmiş, ‘liste usulü’nü getirerek vesayet odaklarına kapıları aralamıştı.
İşte bu ‘İptal Kararı’ndan sonra, söz konusu açık bırakılan kapıdan giren, başta HSYK olmak üzere, ‘Yargı’nın tüm kurumlarında bir vesayet odağı daha türedi: Paralel Yapı! Aslında ANAP’ın iktidar olduğu 1980’li yılların ortasından beri, tek tek yargı kurumlarına sızan bu oligarşik ‘çete’, önce kendinden olmayan hakim ve savcılara göz açtırmamış, hatta onların sicillerini bozmuş; 2010 yılından sonra belirli bir güce kavuşunca da ‘tedbir’i elden bırakarak, Yürütme’yi baskı altına almaya siyasi iktidarı sınırlamaya, Yasama’yı tehdit etmeye kalkıştı. Uzun süredir kamuoyu önünde yaşananlar ise hepimizin malumu...
Köprüden önce son çıkış
12 Ekim 2014 günü gerçekleştirilecek HSYK Seçimleri, ‘Yargı’daki vesayet odakları için ‘köprüden önce son çıkış’ mahiyetinde!
Bu nedenle bu seçimler, geçmişte çıkar çatışması yaşayan, birbirlerine düşmanlık besleyen ‘paralel yapı’ ile YARSAV’ı bir araya getirecek, hatta ortak liste oluşturtacak kadar önemli!
Çünkü iki grup için de HSYK’da hegemonyayı korumak demek; hakimlerin ve savcıların birer muhalefet partisi mensubuymuş gibi davranmalarına, adliye önlerinde bildiriler dağıtmalarına devam etmeleri demek! hakim ve savcılar hakkında keyfi soruşturmalar açabilmek, veya engellemek demek! istenilen hakimin yükseltilmesi, istenilenilenin önünün kesilmesi demek! binlerce kişi arasından, niteliklerine bakılmaksızın, bir çırpıda yüzlerce atama yoluyla, Yargıtay ve Danıştay’ı istenildiği gibi dizayn edebilmek demek!
Meclis’teki düzenlemeler ile ilgili, milletvekillerine gönderilen e-postalarla ‘bu yasaları çıkarırsanız iptal ederiz! tehditlerini savurabilmek demek, tarafsızlığın sembolü ‘yargıç dokunulmazlığı’nı iktidar aracı haline getirmek demek!
Dolayısıyla önümüzdeki hafta, ‘Yargı’nın neredeyse bir asırdır kırılan onurunun telafisi için önemli! 12 bin 520 adli, bin 474 idari hakim ve savcının sandık başına gideceği 12 Ekim HSYK Seçimleri’nde yargı mensuplarımız akli, ahlaki ve vicdani bağımsızlıklarıyla kullanacakları oylarıyla, özgür ve demokratik bir HSYK yapısının oluşmasına vesile olabilirler.
12 Ekim’de, ‘gür bir sese’ kulak vererek değil, ‘vicdanlarıyla’ hareket edecek hakim ve savcılar; milletin hak ve özgürlüklerini koruyup adaleti sağlamayı hedef edinebilir, hakim/savcı atamalarında ve Yüksek Yargı’ya üye seçiminde liyakati/kıdemi/mevzuatı dikkate alabilir, hakim ve savcılara basının önünde şov yapmayı değil, sadece hakikati soruşturmaları talimatını verebilir, siyasi iradeyi tehdit eden, darbeye teşebbüs eden savcıların soruşturmasını tatilde olağanüstü toplanıp karar yeter sayısı bulamama gibi türlü ayak oyunlarıyla sümenaltı edilmesini önleyebilir, yıllarca süren, adeta cezaya dönüşen uzun tutukluluklara sebebiyet vererek; mahkeme kararlarının ardından aylarca gerekçe yazmayarak; tanıkları dinlemeyerek; tahrip edilmiş, üzerinde oynama yapılmış materyalleri delil kabul ederek adil yargılanma ilkesini hiçe sayan yargıçlar hakkında kapsamlı soruşturmalar yapabilir, ve % 25’lere kadar düşen Türkiye’de ‘Yargı’ya olan güveni arttırabilir, ‘Yargı’nın toplumun % 1 bile etmeyecek azınlığa değil, 76 milyon’luk Türkiye Cumhuriyeti’ne/millete ait olmasını sağlayabilir.
Kırılan onurun telafisi için
14 bin kadar hakim ve savcımızın önünde Türkiye’nin kaderini belirleyecek önemli bir yol ayrımı var! Bu yol ayrımında bir yön adaletse, hakkaniyetse, demokrasiyse, Yargı’nın milleti gözetmesiyse; diğer yön ‘Yargı’nın belli bir zümreye ait olması, sadece belli grupların çıkarlarını gözetmesi, yani hukuksuzluk ve zulümdür.
İhtimali düşük olsa da, 12 Ekim’de, hakim ve savcılarımız, ya ‘hak etmeyenlerin hak ettikleri yerde oturmalarına’ neden olup, hukuksuzluğun, adaletsizliğin, toplumsal çürümüşlüğün devamını sağlayacaklar ya da Yargı’yı herhangi bir vesayet odağının, cemaatin, iktidarın ya da muhalefetin ‘malı’ olmaktan çıkaracaklar. Yargı mensuplarımız, ya bugüne kadar vatandaşı hiçe sayan, onların hak ve özgürlüklerini değil de vesayet odaklarının çıkarlarını koruyan, vatandaşları tehdit olarak görürken rejimin muhafazası görevini üstelen yapının taşeronluğunu üstlenecekler, ya da Türkiye’de merkezine bireyi/vatandaşı alan, millete hukuk ve adalet dağıtan ve gücünü milletten alan bir ‘vatandaşlı yargı’ sisteminin kurulmasını sağlayacaklar.
Umudumuz, hakim ve savcılarımızın vatandaşlarımızın beklentilerine cevap verecek, kişisel hesaplar gütmek yerine Yargı’daki iş yükünü hafifletecek, milletimizin Yargı’ya güvenini tazeleyecek bir HSYK’yı seçmeleri. Ancak, HSYK’nın gerçekten çoğunlukçu bir yapıya kavuşturulması için, Yeni bir Anayasa ile, Anayasa Mahkemesi’nin 2010 yılında ‘yanlışlıkla’ iptal ettiğini düşündüğümüz ‘tek adaya tek oy’ uygulamasının yeniden tesis edilmesi gerekmektedir.
Paylaş: