27 Nisan vesayet aklının aldığı ilk yenilgi

27 Nisan E-Muhtırası, Türkiye’ye yerleşik darbe-vesayet aklının, kaynağını devrim teorisinden alan o demokrasi karşıtı siyasi anlayışın aldığı ilk yenilgi, 21. yüzyıl Türkiye’sinden yediği ilk tokat ve sonraki zilletinin de habercisidir…

İçişleri Bakan Yardımcısı Bülent Turan

Vesile-i kelâm, 27 Nisan.

Dört gün önce, Millî İrade’nin tecelligâhı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını kutlamışken; dört gün sonra bir darbe girişiminin yıldönümünü hatırlamak, demokrasi adına acıklı bir ironi.

İroni olmanın ötesinde, acı olan bir şey daha varsa, yaşanan onca sıkıntıya rağmen, ülkeyi darbelere götüren süreçlerin hâlâ bir “siyasi taktik” olarak kullanılmasıdır. 11 Eylül 2024 tarihinde kaleme aldığımız “Örgütlü Dejavu” başlıklı yazımızda (link: https://www.yenisafak.com/dusunce-gunlugu/orgutlu-dejavu-4644179) şu ifadelere yer vermişiz:

“Neredeyse her yargı kararını, Türkiye’de yargının bittiği teziyle pazarlamanın; toplumu, bazen örtülü bazen de açıkça, yargı kararlarını tanımamaya çağırmanın; yargıyı, aktörlerini veya kurumlarını sürekli olarak bir tartışma gündeminin odağına yerleştirerek toplumsal tepkiyi üst seviyede tutmanın, toplumu adalet üzerinden bir kırılmaya hazırlamak için yapıldığını düşünmek için haklı sebeplerimiz ve yeterli tecrübemiz var. Bunu bir ölçüde ‘seçimin ve demokrasinin doğal rekabeti’ içinde değerlendirebilirdik, eğer demokrasiye sayısız kez kılıç çekmeselerdi.”

HEP AYNI ELİTİST ANLAYIŞ

Bu ifadelerin üzerinden geçen yaklaşık yedi ay içinde yaşanan siyasi gelişmeler; bir adli sürece karşı ortaya koyulan tavır, “cunta” ithamları, “savaş ilanı” söylemleri, özellikle sokak eylemi çağrıları, bu çağrılar neticesinde yaşanan şiddet olayları, nihayetinde liseleri de işin içine dâhil etme gayreti; hem bize eski acı hatıralarımızı hatırlatıyor hem de bazı çevrelerin eski pratiklerinden medet umduğunu gösteriyor.

Çünkü böyle bir zihnin ve pratiğin içinde doğup büyümüşler. Bugün “ortanın solu” olarak konumlanan sol siyasetin özellikle 1940’lardan sonraki teorisyenleri, bütün strateji ve eylem adımlarını bir “devrim” metaforu üzerine kurgulamışlardı. Onlara göre büyük ve tek kurtarıcı olan sosyalizm gelecekse, çağdaşlaşma gelecekse, özgürlük, gelişme vesaire her ne olacaksa, mutlaka devrimle olacaktı. Kimisi devrimin “asker-aydın öncülüğünde” olması gerektiğine inandı, kimisi “işçi-köylü” dedi, kimisi de proletarya-burjuvazi kavramları arasında sayısız seçeneğe sarıldı. Jargonlarında asla “seçim, millî irade, demokrasi” gibi seçenekler mevcut değildi. Güya toplumda o yeterlilik yoktu. Çok da süslü lafları vardır bunu izah etmek için: komprador burjuvazi, feodal ilişkiler vesaire gibi...

Hep devrim, hep bir tepeden inme, hep birileri gelecek, halka rağmen halka doğruyu gösterecek. Hep “çobanla benim oyum bir mi?” kibri. Dün “şalvarlı poturlular”dı, bugün “bidon kafalılar”, hep yurt dışındaki mahfillere şikayetlenmeler, hep birilerini göreve çağırmalar... Hep aynı elitist anlayış.

MEVZİYİ KAPTIRMAK İSTEMEDİLER

İşte bu anlayıştan dolayı, 27 Mayıs 1960 darbesinde ellerini ovuşturdular. Çünkü demokrasi refleksleri yoktu. Olan biten zaten savundukları şeydi. Bu refleksten dolayı, 27 Mayıs’ı bile yeterli bulmayan Talât Aydemir hareketine maruz kaldık. Yine aynı refleksten dolayı, cumhurbaşkanı seçimlerine müdahaleler, Ali Fuad Başgil’in cumhurbaşkanlığı adaylığını tehditle engelleyip Cemal Gürsel’i cumhurbaşkanı seçmeler ve sonrasında uzun yıllar emekli paşalardan Cumhurbaşkanı yapma geleneğinin yerleşmesi gibi demokrasi dışı oluşturulmuş teamüllere maruz bırakıldık. Rahmetli Özal bu teamülleri delen ilk sivil cumhurbaşkanıydı, sonrasında Süleyman Demirel’le devam edildi.

Ve 27 Nisan; esasen, sivil Cumhurbaşkanlığı döneminin önü Ahmet Necdet Sezer’le kesildikten sonra, vesayet aklının mevziyi tekrar kaptırmama çabasıydı. E-muhtıra... Ama bu sefer başaramadılar. Çünkü devran dönmüştü bir kere. 27 Nisan E-Muhtırası, Türkiye’ye yerleşik darbe-vesayet aklının, kaynağını devrim teorisinden alan o demokrasi karşıtı siyasi anlayışın aldığı ilk yenilgi, 21. yüzyıl Türkiye'sinden yediği ilk tokat ve sonraki zilletinin de habercisidir.

OLMASANIZ DA OLURDU

Buradan ileriye gitmeden, tekrar geri dönüp kısa bir muhasebe daha yapmak isterim. Bu pratik, yani 1940’larda önemli ölçüde o günkü SSCB ve sonrasında Mao’nun Çin Devrimi etkisiyle gelişen hareketler; bunların bir şekilde askerî darbelere can suyu olması, elbette karşı görüşlerde de tepki hareketlerine, örgütlenmelere ve eylemlere sebep oldu. Sonuç itibarıyla Türkiye bir “darbe–sokak hareketleri–anarşi–darbe” paradoksuna girdi. En acısı da Türkiye, belki de en nitelikli, en okumuş, ülkesi için en yüksek hassasiyet taşıyan neslini bu paradoks içinde; kimilerini idam sehpalarında, kimilerini hapishanelerde, kimilerini dağda mağaralarda, kimilerini Orta Doğu’daki çeşitli “eğitim” kamplarında, siyasi suçlu olarak aranan pek çoğunu da Avrupa’da yitirdi, heba etti.

Tam da 27 Nisan E-Muhtırası’nın yıl dönümünde sorulması gereken soru bence şudur: Ne kazandık? O darbelerle, darbelerde yapılan başbakanlardan bakanlara, üniversiteli gençlere kadar yapılan idamlarla; onlarca çatışma, dökülen kardeş kanları ve yitip giden yılların sonunda ne kazandık? Cevap veriyorum: Hiç. Koskoca bir hiç. Tüm bunlar yaşanmasaydı, o insanlar ve o yıllar heba olmasaydı, Türkiye’nin şu an bulunduğu noktadan geride olacağını kim iddia edebilir? Ama tam tersi: Eğer bunlar yaşanmasaydı, Türkiye’nin şu an bulunduğu noktadan çok ileride olacağına, vicdanı olan herkes “evet” diyebilir. İşte onun için o darbeci akıllara, dışarıdan ithal hayalî -izm’leri bu ülkeye deli gömleği gibi giydirmeye çalışanlara bugünden diyeceğimiz şudur: Olmasanız da olurdu.

Şimdi 27 Nisan’dan öteye gidebiliriz.

KENDİ İKBALLERİNE PAYANDA ARIYORLAR

27 Nisan’la darbe pratiklerinde ilk kez mağlubiyeti tattılar. Siyaset bu sefer geri adım atmadı. Sonrasında eski taktikleri denediler. Cumhuriyet mitingleri ve Gezi eylemleriyle… Yine olmadı. Son kurşunlarını da 15 Temmuz’da attılar ve milletten en büyük tokadı yediler.

Bunlar yaşandı. Garip olan, bazı siyasilerin tüm bu serencamdan bir ders çıkarmamış olmasıdır. Sanki sokak eylemi çağrılarının bu ülkeye ne yaptığını tecrübe etmemişiz gibi, yaşanan bir hadiseyle ilgili yeniden sokak çağrıları yapıyorlar. Sanki üniversiteli gençleri sahneye sürmenin acılarını yaşamamışız gibi, hâlâ üniversiteleri hareketlendirmeye, siyasi iddialarına payanda yapmaya çalışıyorlar. Sanki ülkenin sağ–sol diye ikiye bölündüğü yıllarda liselerde yaşananları unutmuşuz gibi, bugün liselerimizi siyasi konularda pozisyon almaya çağırıyorlar. Sanat camiasında bile alenî bir mahalle baskısı var, pek çok sanatçı bu durumdan şikâyetini dile getiriyor. Ülkeyi adalet ve ekonomi üzerinden panikletmeye, siyaseti oldubittiye getirmeye çalışıyorlar. Türkiye uzaya uydu atmakla uğraşırken, 40 yıllık terör meselesini çözmenin yollarını ararken, Orta Doğu’da kartlar yeniden dağıtılırken; onlar, ülkenin gencini, sanatçısını, liselisini, medyasını, esnafını, şirketini kâh teşvikle kâh tehditle kendi siyasi ikballerine payanda yapmaya çalışıyorlar.

TEK ROTAMIZ MİLLET

Biz ise yıllardır aynı yerdeyiz. Trafikteki yön tabelası gibi, sürekli bu anlayışa demokrasiyi işaret ediyoruz, sürekli meclisi işaret ediyoruz, millî iradeyi işaret ediyoruz, yargıyı işaret ediyoruz, legal siyaseti işaret ediyoruz. Onlar ise navigasyonu dinlemeyip kaybolan şoförler gibi sürekli sokak eylemleri yoluna sapıyorlar, üniversite eylemi yoluna sapıyorlar, polisi gençlerle karşı karşıya getirme yoluna sapıyorlar. Özgür Özel’i en iyi tanıyanlardan biri benim. Birlikte TBMM çatısı altında uzun yıllar grup başkanvekilliği yaptık. Şahsen büyük bir feraset beklemiyordum ama bu kadar da klişe bir siyaset ortaya koyacağını, 27 Mayıs’a götüren büyüklerinin taktiklerini kopyalamaya kalkacağını düşünmemiştim. En azından kendi selefinin bir tık üstü olabilirdi. İroni olarak yazıyorum; yaptığı tek yenilik, yerli ve millî esnafı boykot etmesi oldu. Bugüne kadar bu ülkede yabancı markalara boykot çağrısı yapıldığı olmuştu ama ilk defa Türk markalarına, Türk iş adamı ve esnafına boykot çağrısı geldi. Gerçi onu da beceremedi, revize etti ama yine de bu bir ilkti. Neresinden bakarsanız bakın, yöneticilik ve siyaset anlamında karşımızda bir hayal kırıklığı durmaktadır.

Sonuç olarak şunun bilinmesi gerekir ki, millî iradenin gücüne inanmış insanlar olarak biz bu tavırdan paniklemiyor veya korkmuyoruz. Ne yazık ki biz bu ülkede darbenin her türlüsünü gördük. Fiilî yapılanını, postmodernini, anayasa dayatanını, muhtıra şeklinde olanını… Artık bir daha aynı kayıpları yaşamamak konusunda kararlıyız. Sokak çağrıları, “savaş ilanı” gibi ucuz söylemleri, gençliğin siyasi görüşüne ipotek koyma stratejileri, boykot çağrıları... Hiçbiri bizi yıldıramaz ve korkutamaz. Çünkü bizim siyaset rotamız, millettir. İşte bu sebeple, milletin iradesine karşı örtülü ve açık tüm tehditlere karşı, tıpkı 27 Nisan 2007’de ve 15 Temmuz 2016’da olduğu gibi ayaktayız, kıyamdayız.

Haber Kaynağı: https://www.yenisafak.com/dusunce-gunlugu/27-nisan-vesayet-aklinin-aldigi-ilk-yenilgi-4700153